10 Nisan 2013 Çarşamba

Çocukluğumda ki Tatlar

Bugün tevafuk sonucu bir kore dizisi izlerken  (The Winter The Wind Blows) gördüm pamuk şekeri hemen aklıma o eski günler (çok eski değil aslında sanki 60 yaşındaymışım gibi yazdım :) geldi. Pamuk şeker makinasının başında hep çocuklar etrafını sarmış vaziyette,  sırayla pamuk şekerimizin yapılıp elimize verilmesini beklerdik. Hala daha da gördüğüm zaman mutlaka almaya çalışırım. Bunu annemde çok iyi bilir. Sanki bir küçük bir çocuk gibi pamuk şeker gördüm mü "aaaa pamuk şeker derim" canım annemde espriyle ister misin? alalım mı ? der. Alırızda !

Evet bu fikirle aklıma başka çocukken "acaba neleri daha çok severdim " diye düşündüm. Bunlardan sadece bir kaç tanesine yer verebileceğim. Güzel anılarıyla beraber paylaşacağım. Eğer sizinde böyle güzel anılarla hatırladığınız unutamadığınız hatıralar varsa paylaşırsanız ben de çok sevinirim.

Övünmek gibi olmasın benim bir ablam vardır. Allah herkesin başına nasip etsin. Çok hünerli ve mütavizidir. Benim ikinci annem gibidir dersem yalan olmaz. Küçüken bana cam şeker yapardı. Onları bir güzel itinayla şekil verir (hazır gibi olması için) daha sonra onları küçük küçük keser saklama kaplarına koyardı. Okula giderken üç kardeş yerdik. Şimdi hatırladıım kadarıyla ablamın basit şeker tarifini vereyim. Çok kolay su, şeker, bir kaç damla limon suyu hepsi bu kadar. Hepsini karıştırıp koyulaşana kadar pişirirdi daha sonra elinde oynayarak beyazını da yapardı. Küçük ince rulolar haline getirir ve bıçakla özenle keserdi.

Anneler hep şikayet eder çocukların pekmez vs gibi şeyleri yemediklerini. Ben de öyle herşeyi yemezdim. Özellikle faydalı şeyleri, bunların başında pekmez gelirdi. Annem de  bizlere yedirebilmek için haşhaş helvası yapardı. İçine pekmez (dut, üzüm pekmezi), bal, ceviz,badem vs hepsini karıştırıp bir güzel pişirir tepsilere döker onları küçük küçük keserdi. Bunları bizlere verirdi. Sen pekmez sevmesin ha bak bakalım nasıl yemezmişsin. Afiyetle yerdik.  (Bir de güzel olur ki tam bir vitamin deposudur. İnşallah haşhaş helvasının nasıl yapıldığını bir gün size tarifini veririm.)

Aklıma birde haşlanmış mısır geldi. Şimdi artık küçük standlarda gördüğümüz bardakta satılan mısırlar. Annem bir gece önceden sıcak suyla ıslatır ertesi gün pişirirdi.  Öyle de güzel bir kokusu olurdu ki nefis!!!!! Ben kesinlikle o standlarda satılan mısırları almam. Çünkü kendi pişirdiğimiz tatdan çok farklı geliyor kokusu dahi.......
Bir de büyükdedemiz (rahmetli) yengemize "Gelin bir sofra örtüsü getir mısır patlatayım" derdi. Hemen sofra örtüsü serilir üzerine tek tüp konur (hani eskilerde telli mısır patlatma aleti olurdu ya yuvarlak altı üstü tel, saplı  ve  küçük bir ağzı olur oradan içine mısırı koyup kapağını kapatılır.) mısır patlatma aletinin içine mısır konur ve sapından tutularak tüpün üzerinde yavaş yavaş sallayarak büyükdede bizlere mısır patlatırdı  Şimdi ise mısır patlatma makinasında 1-2 dk hazır şipşak.... 

Aslında bunun gibi paylaşmak istediğim bir çok anılarımla hatırladığım tatlar var. Ama bunun sonu gelmez. Mesela  ablamın bana öğrettiği ev yapımı çikolatası, komşularla beraber toplanıp hep beraber sütlü kar yememiz, yine nişasta helvası yaparlardı. Bunun gibi çok sıcak anılarımdan hatırladığım tatlar var. Eğer sizlerinde böyle anılarınızla tatlar varsa paylaşmayı düşünürseniz bana yazabilirsiniz de....  Bugünlük bu kadar kendinize iyi bakın ALLAH'a EMANET OLUN........


Çile

Necip Fazıl Kısakürek'in herkes tarafından bilinen bir şiirini  paylaştım. 

Gaiblerden bir ses geldi: Bu adam 
Gezdirsin boşluğu ense kökünde! 
Ve uçtu tepemden birden bire dam. 
Gök devrildi, künde üstüne künde...

Pencereye koştum: Kızıl kıyamet! 
Dediklerin cıktı ihtiyar bacı! 
Sonsuzluk elinde bir mavi tülbent, 
Ok çekti yukardan, üstüme avcı. 

Ateşten zehrini tattım bu okun. 
Bir anda kül etti can elmasımı. 
Sanki burnum değdi burnuna (yok)un. 
Kustum, öz ağzımdan kafatasımı. 

Bir bardak su gibi çalkandı dünya; 
Söndü istikamet, yıkıldı bosluk, 
Al sana hakikat , al sana rüya! 
İşte akıllılık , işte sarhoşluk! 

Ensemin örsünde bir demir balyoz 
Kapandım yatağa son çare diye. 
Bir kanlı şafakta , bana çil horoz 
Yepyeni bir dünya etti hediye. 

Bu nasıl bir dünya hikayesi zor; 
Mekânı bir satıh, zamanı vehim. 
Bütün bir kainat muşamba dekor, 
Bütün bir insanlık yalana teslim. 

Nesin sen , hakikat olsanda cekil! 
Yetiş körlük , yetiş takma gözde cam! 
Otursun yerine , bende her şekil; 
Vatanım, sevgilim , dostum ve hocam! 

Aylarca gezindim , yıkık ve şaşkın . 
Benliğim kazan ve aklım kepçe, 
Deliler köyünden bir menzil aşkın 
Her fikir içimde bir çifte kelepçe.

Niçin küçülüyor eşya uzakta ? 
Gözsüz görüyorum rüyada, nasıl ? 
Zamanın raksı ne , bu yuvarlakta? 
Sonu varmış , onu öğrensem asıl ? 

Bir fikir ki, sıcak yarada kezzap, 
Bir fikir ki, beyin zarında sülük. 
Selâm , selam sana haşmetli azap; 
Yandıkça gelişen tılsımlı kütük. 

Yalvardım: Gösterin bilmceme yol! 
Ey yedinci kat gök, esrarını aç! 
Annemin duası, düşte perde ol! 
Bir asâ kes bana , ihtiyar ağaç. 

Uyku katillerin bile çesmesi; 
Yorgan, Allahsıza kadar sığınak 
Teselli pınarı , sabır memesi; 
Size şerbet , bana kum dolu çanak. 

Bu mu rüyalar da içtiğim cinnet, 
Sıırını ararken patlayan gülle? 
Yeşil asmalarda depreniş , şehvet; 
Karınca sarayı , kupkuru kelle.... 

Akrep , nokta nokta ruhumu sokmuş. 
Mevsimden mevsime girdim böylece 
Gördüm ki , ateşte cımbızda yokmuş. 
Fikir çilesinden büyük işkence. 

Evet her şey ben de bir gizli düğüm 
Ne ölüm terleri döktüm , nelerden! 
Dibi yok göklerden yeter ürktüğüm, 
Yetişir çektiğim mesafelerden! 

Ufuk bir tilkidir , kaçak ve kurnaz. 
Yollar bir yumaktır, uzun dolaşık 
Her gece rüyamı yazan sihirbaz, 
Tütüyor önümde mavi bir ışık. 

Büyücü büyücü ne bana hıncın? 
Bu kükürtlü duman nedir inimde ? 
Camdan keskin , kıldan ince klıcın, 
Bir zehirli kımık gibi beynimde. 

Lügat , bir isim ver bana halimden ; 
Herkesin bildigi dilden bir isim! 
Eski esvaplarım tutun elimden 
Aynalar söyleyin bana ben kimim? 

Söyleyin, söyleyin, benmiyim yoksa, 
Arzı boynunuzda taşıyan öküz? 
Bela mimarının seçtiği arsa ; 
Hayattan muhacir , eşyadan öksüz? 

Ben ki toz kanatlı bir kelebeğim, 
Minicik gövdeme yüklü Kafdağı, 
Bir zerreciğim ki , Arş ` a gebeyim, 
Dev sancılarımın budur kaynağı! 

Ne yalanlarda var , ne hakikatta . 
Gözümü yumdukça gördüğüm nakış 
Boşuna gezmişim, yok tabiatta. 
İçimdeki kadar iniş ve çıkış. 

Gece hendeğe düşercesine, 
Birden kucağına düştüm gerçeğin. 
Sanki erdim çetin bilmecesine, 
Hem geçmiş zamanın , hem geleceğin. 

Açıl susam açıl! Açıldı kapı; 
Atlas sedirinde mavera dede. 
Yandı sırça saray, ilahi yapı 
Binbir avizeyle uçsuz maddede. 

Atomlarda cümbüş, donanma, şenlik 
Ve çevre çevre nur , çevre çevre nur. 
İçiçe mimari , içiçe benlik 
Bildim seni ey Rab , bilinmez meşhur! 

Nizam kopürüyor, med vakti deniz 
Nizam köpürüyor,ta çenemde su. 
Suda bir gizli yol, pırıltılı iz 
Suda ezel fikri ebed duygusu. 

Kaçır beni ahenk , al beni birlik 
Artık barınamam gölge varlıkta 
Ver cüceye , onun olsun şairlik 
Şimdi gözüm büyük sanatkarlıkta 

Öteler öteler, gayemin malı 
Mesafe ekinim , zaman madenim 
Gökte samanyolu benim olmalı ; 
Dipsizlik gölünde , inciler benim. 

Diz çök ey zorlu nefs , önümde diz çök 
Heybem hayat dolu , deste ve yumak 
Sen bütün dalların birleştiği kök 
Biricik meselem , Sonsuza varmak... 

2 Nisan 2013 Salı

Bizlere Neler Oluyor?

Kısa bir süre önce "ŞEBNEM KADIN VE AİLE DERGİSİ" nin  98. sayısında  Fatma Hale Sağım'ın kaleme aldığı bir yazı okudum. Onu da sizlerle  paylaşmak istedim. Ayrıca Fatma Hale Sağım'a da buradan tekrar teşekkür ederim.
Ey Kız Anneleri!.. Sahi Bize Ne Oldu?
"-Eşim evliliğimizin ilk günlerindeki gibi değil, bana karşı çok mesafeli, beni anlamıyor, benimle ilgilenmiyor.
«-Dışarı çıkalım biraz nefes alalım, bir kez de dışarıda yemek yiyelim, nişanlılığımızdaki gibi…» diyorum;
«-Bütçemizi düşünmemiz lâzım.» diyor. «Annen seni dışarıda mı doğurdu, bu nedir böyle, bir türlü evin içinde duramıyorsun, iki de bir dışarı çıkalım diye tutturuyorsun.»
 Eve gelince suratı hep asık…
«-Neyin var, anlat bana.» diyorum; anlatmıyor. Dün gece:
«-Bu böyle olmaz, bizim oturup geleceğimizi, dertlerimizi konuşmamız lâzım.» dedim.
«-Bizim ne sorunumuz varmış?!» dedi, çıktı.
Daha problemlerimizden haberi yok. Benimle eskisi gibi konuşmuyor. Ben konuşmaya başlayınca da:
«-Allah aşkına, âile dedikodularını, arkadaş laf-sözlerini döküp devirme, bana huzur ver.» diyor.
Hiç derdimi onunla paylaşamayacak mıyım?
«-Annemlere oturmaya gidelim.» diyorum:
«-Daha dün gitmedik mi?» diyor.
Ama kendi annesi olsa, her gün orada olsak "gık"ını çıkarmıyor. Bana sormadan kardeşine borç vermiş, düşünebiliyor musun?
«-Ben kimim de bana danışmıyorsun?» dedim. Bana:
«-Ben kazanıyorum, sana mı danışacaktım; seni aç, açıkta mı bıraktım da kardeşime verdiğim borcun hesabını soruyorsun?» deyiverdi. Ben de verdim eline yastığı yorganı:
«-Git salonda yat. Aklın başına geldikten sonra yanıma gelirsin.» dedim. Üç gündür salonda yatıyor."
* * *
Bir yıllık evli, mutsuz kızının keder ve incinmişlik yüklü gözyaşları içinde anlattığı dertlerini dinleyen anne küplere biner:
"-Nasıl söyler, «Sen karışamazsın!» diye, sen onun karısı isen tabiî ki sana danışmadan hiçbir şey yapamaz. Tabiî ki karışırsın. Siz evlenirken ne iyiliklerini gördünüz ki onun kardeşine yardım edesiniz. Hem neden seninle ilgilenmiyor? Sen üniversitede okurken arkadaşlarınla gezer tozardın, o seni o hâlinle kabul etti. Şimdi «Seni annen sokakta mı doğurdu?» da ne demek, bu ne büyük edepsizlik... İyi etmişsin yataktan atmakla, biraz akıllansın. Ben de seni göndermiyorum, haydi bakalım ne yapacak. Önce benden bir özür dilesin. Ver şu telefonu gör ben neler yapıyorum."
Genç gelin, biraz korkar, biraz cesaretlenir. Birden gözünün önünden eşi geçer, hâlâ sevmektedir eşini, ama doğrusu biraz ayar verilse, akıllansa iyi olur diye düşünür. Telefonu annesine verirken köşeden anneanne seslenir:
"-Her gün kocandan erken uyanıyor musun evlâdım? Her akşam kocan eve gelmeden yemeği hazır ediyor musun? Her nereye gidersen kocana danışıyor musun? Eve kocandan önce giriyor musun? Kocana kapıyı her gün, her ne olursa olsun güler yüzle açıyor musun? Kocan üzerini değişene kadar sofrayı hazır ediyor musun? Peşinden kahve isteyip istemediğini soruyor musun? O senden istemeden çayın altını yakıyor musun? Dizi izliyor musun? Dizi izlerken eşine nasıl davranıyorsun? Her gün eşin kapıdan içeri girerken, yüzüne mi bakıyorsun, eline mi bakıyorsun? Eşinin uykusu gelince sen de onunla kalkıyor musun, yoksa televizyon başında dizinin bitmesini mi bekliyorsun? Her sabah kahvaltısını hazırlayıp, güler yüzle duâlar ederek uğurluyor musun? Eşinin kıyafetlerini zamanında o sana söylemeden ütüleyip hazır ediyor musun? Kocana karşı vazifelerini aksatmadan yapıyor musun?"
Anneannenin sözleri üzerine, yeni gelin şaşkın şaşkın bakarken, biricik annesi imdadına yetişir:
"-Ne demek istiyorsun anne, benim kızım, kocasının kölesi mi?"
Anneanne sözlerine devam eder:
"-İş yerinde patronun kızacak diye, daha o söylemeden her dediğini yapıyor musun? Yeri gelip arkadaşlarının içinde yaptığın işi beğenmeyip seni azarladığı zaman, ona ne cevap veriyorsun? Onu da bürosundan dışarıya atıyor musun, yoksa «Aman işten çıkarmasın!» diye sessiz mi kalıyorsun?! Onun olur olmaz yap dediklerini yaparken kimsenin kölesi değilim diye işten çıkmayı hiç düşündün mü?"
Bu kez ana-kız, ikisi de sessiz kaldılar. Çünkü taze gelin, evlenmeden önce çalışıyordu ve patronu, her yaptığını burnundan getirdiği hâlde işsiz kalma korkusu ile istifasını bir türlü verememişti. En sonunda patronları yoğun kadro, yetersiz performans göstermesini bahane ederek onu işten çıkarmıştı. Kızımız, hâlâ yana yakıla iş arıyordu, ama daha bulamamıştı.
Anneanne yine seslendi:
"-Allah Teâlâ nazarında şu anda sen, en çok kime karşı sorumlusun? Senin üzerinde kocanın hakları neler?"
Taze gelin:
"-Stresten olsa gerek, çok geç uyuduğum için sabahları erken kalkamıyorum; o giyinip çıkıyor, iş yerinde kahvaltı ediyor. Evde oturup durmaktan akşama kadar canım sıkılıyor. Kayınvâlidemlerin gün toplantıları, akraba toplantıları hiç bana uygun değil; giyinip, süslenip onlara hizmet etmekten başka bir şey yapmıyorum. Ben böyle bir hayat için mi okudum? Konuştukları konular o kadar basit ki; ben onların seviyesine inemiyorum. Arkadaşlarıma takılıyorum, onları işyerlerinde ziyaret ediyorum, onlarla bir kafede buluşuyoruz, oturup sohbet ediyoruz. Böylece ufûnetim dağılıyor, bazen eve geç geldiğim oluyor. Arkadaşlar bana uğruyorlar, onlar eşimin gelme saatine yakın çıktıkları için yemeği yetiştiremediğim oluyor. Ne bulduysak yiyoruz, eşim böyle şeylere kızmaz da karışmaz da…"
Anneanne sinirlenir:
"-Sen öyle zannet… İş yerinin stresi, patronunun çıkardığı krizlere rağmen sana bunların hiç birini hissettirmemeye çalışan kocan, senin bu vurdumduymazlığından etkilenmiyor mudur? Senin ondan sonra uyumandan, ondan sonra uyanmandan, dizilere takılıp onu ihmal etmenden, saatlerce telefonda arkadaşlarınla konuşmandan etkilenmiyor mudur? Senin bu ilgisiz ve boş vermiş hâllerinden dolayı; «Derdimiz çok büyük, konuşmamız lâzım!» demedi mi hiç? Ben olsam derdim. Annene sor bakayım: «Kocasına kızıp onu hiç yataktan atmış mı? Kocası onu her hafta yemeğe götürür müymüş? Hiç kocasından geç eve girmiş mi?»"
Kendisini çok seven anneannesinin bu sözleri karşısında şaşkına dönen taze gelin:
"-Eşim bunların hiçbirini bana söylemedi." demekle yetinirken anne hanım, annesine pek sert çıkar:
"-Neden kızın aklını karıştırıyorsun. Şimdiki zaman, senin zamanınla aynı mı? Her şey çok değişti, çok... Bizim evliliğimiz öyleydi, şimdiki evlilikler başka… Benim kocam, ilk evlendiğimiz gün benden isteklerini tek tek söylemiş: «Bunlara dikkat edersen memnun olurum.» demişti. Titiz adamdı. Ona bir şey söyletmeden yapılacak her şeyi yaptım, ne diye aramızda problem çıksın. O beni üzmedi ki, ben onu yataktan kovayım. Benim kocamla kızımın kocası bir mi?"
Anneanne sözü yine aldı:
"-Çünkü sen de onu üzmemek için elinden geleni yaptın. Neden bunları kızına anlatmıyorsun da yangına körükle gidiyorsun? Kızın üniversitede okurken onu evde iş yapmaya alıştırmadın, arkadaşları ile gönlünce dışarı çıktı, hiç sesini çıkarmadın. Şimdi kızına ev hanımlığı zor geliyor; kendini hâlâ evli gibi değil de bekâr biri gibi zannediyor. Arkadaşlarının işyerlerinde senin ne işin var, kızım? Evlilik sokaklarda yaşanmaz, insan evinde mutlu olamıyor da canı sıkılıp duruyorsa, ona sokaklar mutluluk vermez. Ayrıca kardeş demek, sıla-i rahim demek… Kişi ilk olarak en yakın akrabasının derdine derman olacak. Kocan sana söylemiş, «Seni sıkıntıya sokmamak için bütün tedbirlerimi aldım, sen üzülme!» demiş, sen neden uzatıp da efelik taslıyorsun. Annene sor bakalım, baban, kardeşlerini okuturken annene danışmış mı? Evde erkek tektir yavrum; bir çöplükte iki horoz ötmez. İstişâre edilir, ama son söz kocanındır. Biz böyle öğrendik, «Allâh’ın emri bu!» dediler bize… Dindar, iffetli, itaatkâr kadınlar olmamız için anne ve babalarımız gayret ettiler."
Kızını ziyarete gelen yetmişli yaşlardaki güngörmüş anneanne, sinirlenip ayağa kalktı:
"-Evet, zaman aynı zaman değil. Biz sizler gibi okumadık. Bizim hayatta maksadımız; iyi bir yuva kurmak, vazifelerimizi yerine getirip, cennet bahçesi hânelerde, edepli, çalışkan, hayırlı evlatlar yetiştirmekti. Bize Allâh’ın emirleri öğretildi. Bizim kulağımıza:
«Erkekler kadınlar üzerinde yönetici (kavvâm)dırlar. Çünkü Allah, kimini kiminden üstün kılmıştır; çünkü erkekler (kadınlara)mallarından harcamaktadırlar… İyi kadınlar; gönülden boyun eğenler ve Allâh’ın korunmasını emrettiğini kocasının bulunmadığı zamanlarda koruyanlardır..." (en-Nisâ, 4/34) âyeti küpe edildi. Biz, kocamızla yarış yapmadık, itaat ettik. Bunu bir eksiklik gibi görmedik."
Evlâdım, biz evliliği, birisinin sırtına binip de kendi bencilliğimizle sadece kendi menfaatimizin düşünüleceği yer olarak görmedik. Reçelimizi, turşumuzu, ekmeğimizi, kurutmalıklarımızı kendimiz yaptık; dışarıda çalışmadık belki, ama evimizin bütçesine katkıda bulunmak için her şeyi yaptık. Eşimizin, çocuklarımızın çorabını, kazağını kendimiz ördük. Dikiş öğrendik, hazır giydirmedik; çocuklarımızın elbiselerini biz diktik. Bizim zamanımızda kızlar dikiş, nakış vb. kurslara giderlerdi, evlerinin dekorasyonundan çocuklarının bakım, giyim, eğitiminden bizler sorumlu idik. Anaokuluna göndermezdik çocuklarımızı… Bizlerle iş yapar, getirir, götürür, hem öğrenir, hem de eğlenirlerdi.
Canımızın sıkılmasına zaman kalmazdı; tarhana yapacağız, salça yapacağız, erişte keseceğiz, çorbalık dökeceğiz, küçücük bahçemize domates, biber, salatalık ekip onlarla ilgileneceğiz. Buğdayımızı kendimiz alıp, kaynatıp, değirmende öğüttürüp ekmeğimizi yapacağız diye uğraşırdık. Namazlarımızı kılabildik mi, her gün bir sayfa Kur’ân okuyabildik mi, hâlimize şükrederdik. Tellerde çamaşır hiç eksik olmazdı. Annenlerin bezleri, çamaşırları kaynatılacak, yıkanacak kolay mı? Karı-koca ikimiz de Allâh’ın emri ve rızâsı doğrultusunda evlendiğimiz için, sevgiyi, saygıyı, hizmeti, eşimiz ve evlâtlarımız için fedakârlığı kutsal bir vazife kabul ettik. Karı-koca, ne çok resmî, ne de çok lâubâlî olduk. Her işimiz ölçü ile idi, o sebepten incinmedik, incitmedik. Kalk kızım, kalk! Önce Kur’ân senden nasıl bir hanım olmanı istemişse onu öğren; adam gibi kocana hanımlık yap, ondan sonra tekrar gel, konuşalım."
Bu sözlerden sonra anneanne, kızının evinde oturmaktan vazgeçip çıktı gitti. Ana-kız ne yaptılar bilinmez de; üniversite görmemiş anneannenin evliliğini yürütmekteki bu başarısı, irâdesi ve sözleri, bizleri can evimizden vurdu.
* * *
Zaman değişti, artık şimdi ninelerimizin zamanı değil. "Değişmeyen tek şey değişimdir." diye büyük bir sosyolojik gerçeklik var elimizde... Bütün bunlar güzel de Kur’ân âyetleri için geçerli doğruluklar değiller. İnsanın fıtratını en iyi bilen Cenâb-ı Hak, âyetleri ile kadına da, erkeğe de rollerini vermiş, vazife ve sorumluluklarını yüklemiş. Artık zaman değişti, şimdiki zaman bunu gerektiriyor demek, Allâh’ın âyetlerine hakarettir, en azından bunlardan haberdar olmamaktır. Böyle bir durumda olsa olsa erkek ya da kadın, kendi fıtratını bozdu, kendine yabancılaştı denilebilir.
Geçmişte ninelerimiz, annelerimiz; kocalarına Allâh’ın emri diyerek itaat ettiler. Çağdaş âlimler, onlara ezilmiş kadın gözü ile bakıp pek bir horladılar. Geleneklerin mâmulü, örfün elinde kukla olarak görüldüler, adları (!) bile yoktu, insan neslinin içinde!.. Onlar haklarını ara(ya)mayan, câhil varlıklardı. Kadın neslinin kurtarılması lâzımdı. Büyük büyük adamlar çok uğraştılar. Batıda bu iş başarılmış, kadın kurtarılmıştı(!)…
Sırada bizim geleneksel, câhil kadınlarımızı modern etme projemiz vardı. Hakkını arayan, geleneklere, dînin ya da örfün zorlamalarına boyun eğmeyen modern kadınlar (!) ortaya çıkarılacaktı!..
Televizyonlar, gazeteler, dergiler, kadının adını bulmaya çalışan sözüm ona çağdaş kadınlar, erkekler; "zavallı kadın"a yeni roller, ödevler, sorumluluklar öğrettiler. Cahil (!) kadınlara; "Hakkınızı arayın, okuyun, çalışın, kocalarınıza köle olmayın!.." denildi, beyinlerine çivi ile kazındı. Allâh’a, kocasına itaat etmesi hor görülen kadınlar, modaya, markaya, patronlarına, kendi benliklerine kul-köle oldular. İşi, gücü, kariyeri, evi, arabası vb. dünyalıkları olan bu hatunlar; yalnız, mutsuz, depresif varlıklar olup çıktılar. Kocaları ezmedi onları belki, ama modern hayatın çarkları önce bedenlerini, sonra ruhlarını örseledi. Şu anda kadın, adını buldu mu bilmem de kendini bulamıyor.
Modern kadının yeri neresi? Evi mi? Hayır!.. Çalışan hanımlar, okuyan genç kızlar
"-Biz ev kızı ya da ev hanımı değiliz!.." diyerek bunu reddediyorlar.
Evde bir hafta dışarı çıkmadan duramıyor, sıkılıyor, daralıyor, ne evine, ne kabına sığıyorlar. Peki, kadının yeri, dışarısı mı, işyerleri, holdingler vb. yerler mi? O da değil. Erkekler arası rekabete baştan yenik başladılar, dişiliklerini kullanmalılar ki yer edinsinler. Zira iş kabiliyete kalırsa, meydanda çok yiğit var.
Çalışma hayatı kadını kadınlıktan çıkardı. Direksiyon başında küfreden, zorlu bir iş gününden sonra eğlence yerinde nefes almaya çalışan, fıtratına uymayan kıyasıya rekabet ile bunalmış zavallılar olup çıktılar. İkiye bölündüler, iş hayatında ne kadar başarılı olurlarsa olsunlar, evliliklerinde aynı başarıyı gösteremediler. Fıtrat olarak tek başınalığa uygun olmadıkları için de mutsuz, depresif, kendine yabancılaşan varlıklar oldular. Ne yapıp ettiler, bunu başardılar. Bir yüz yılın içinde sadece kadın cinsini özünden söküp attılar.
Âyetler çağlar üstüdür, aslâ tedâvülden kalkacak kaideler değildir. Toplumun da, fertlerin de menfaati, âyetlere sımsıkı sarılmakla mümkündür. Kur’ân’ın işaret ettiği kadına dönmedikçe, kadın neslinin adı da, özü de yok olup gidecek!.. Parçalanmış, arasatta kalmış kadınlar topluluğu olup çıkacağız. Ellerimizden Kur’ân’ın tutması elzem... Hem de çok elzem. Tutsun elimizden yüce Rabbimiz, Peygamber Efendimiz, yüce Kelâmullah… Bize sımsıkı sarılıp bırakmasınlar ki, biz kendimizi bırakmışız…

28 Mart 2013 Perşembe

Kabak Mücveri

Malzemeler
500 gr kabak
3-4 dal yeşil soğan
2-3 dal maydanoz
2 yumurta
1/4 su bardağı zeytinyağı
1 su bardağı un
tuz, karabiber

Yapılışı
1- Kabakları bol suda yıkayın ve kabuklarını soyun ve rendeleyin.
2-Rendeledikten sonra kabakların suyunu sıkın.
3-Soğanları ve maydanozu küçük küçük doğrayın
4- Bir kap içine kabakları, soğanları, maydanozu, yumurtayı, baharatları ve unu ilave edin ve karıştırın. (katı olmasın)
5-Bir tavaya zeytinyağına bir kaşık yardımıyla mücverden koyun ve yayın. Kızartın iki taraflı mücverimiz hazırdır. AFİYET OLSUN....

Taze Bakla Yemeği

Bahar geldi  çiçekler açtı, kuşlar geldi, sınavlar başladı dedik. Peki tabi ki pazarlara da bahar geliyor. Pazarda da bahar habercileri yerlerini yavaştan alıyor diyebilirim her halde. Çoğu  sebze seralarda yetişmiş olsa bile;
Bugün sizlere taze bakla tarifi vereceğim. Herkes pek baklayı sevmez bizim evde de tam tersine taze baklayı çok severiz. Şunu ifade etmek istiyorum. Sevmesek bile  en azından yılda bir kez bile olsun bazı yemeklerden tatmalıyız. Çünkü bu sebzelere vücudumuzun  ihtiyacı olduğunu düşünüyorum.
Ben kıymalı yaptım isteğinize göre zeytinyağlı da yapabilirsiniz.

 Malzemeler
1 kg taze bakla
150-200 gr kıyma
1 adet orta boy soğan
1 yemek kaşığı salça
yarım çay bardağı sıvı yağ
tuz, kırmızı biber
2 su bardağı su

Yapılışı
1-Öncelikle baklayı fasulye gibi temizleyip doğruyoruz (2'ye ya da 3'e bölün) ve yıkıyoruz. Geniş bir tencereye baklayı koyun üzerine suyu ilave edin. (baklaların üzerini geçsin) yaklaşık 10-15 dakika haşlayın.
2- Orta boy bir tencerede etimizi pişirelim. (Ben eti pişirirken yarım çay bardağından biraz fazla suyla pişiririm. Tam suyunu çekmeden soğanları ilave ederim.) soğanları ekleyin. Daha sonra sıvı yağımızla salçayı ( 2-3 dk kavuralım ki salçanın kokusu olmasın). ve kırmızı biberi ilave edim.
3- Haşlanan baklayı süzerek etli karışımımıza dökelim ve karıştıralım. Üzerine tuzu ilave edelim. 2 su bardağı suyla pişmeye bırakın. 20-25 dk sonra baklamız pişmiş olacaktır. Yoğurta servis edebilirsiniz.  Afiyet olsun:)
(Not: Yemekleriniz kaynayınca mutlaka ocağımızı kısarak pişirelim.)


Bahar Gelirken.....

Yavaş yavaş bahar kendini göstermeye başladı. Badem ağaçları, kayısı ağaçları, erik ağaçları vs. Evimizin bahçesinde bulunan çuha çiçekleri, yer sümbülü, Nergisler ve ayrıca henüz tomurcuk olan laleler  haber verdi. Bahçemizde ki çuha çiçeklerinin bir küçük karesini ayrıca paylaşmak istedim. Bahçemiz de bir de güller rengarenk hangi rengi isterseniz mevcut onlar açınca da bir karesini paylaşmak isterim özellikle de meşhur Isparta güllerini !!!!!!!!





Baharın bir diğer habercileri ise tabi leylekler.... Şöyle bir batıl inanç diyeyim artık leyleği havada görürsen bir yıl boyunca çok gezermişsin, eğer yerde görürsen bir yıl boyunca evde dururmuşsun, gezemezmişsin diye söylenir. Ben de maalesef leyleği yerde gördüm hiç gezmeyeceğim galiba :( haha) lakin bu işin şakası olsun... Bir de güneş yüzünü bulutların arkasından gösterdiği zaman tam bir bahar havasına girmiş olacağız inşallah. 
Bir de şu açıdan düşünüyorum. Sınavlar mevsimi diyorum ayrıca (sonbaharda da var ama ygs gibi kpss önem arz edenler bu dönemde, üstelik baharda ders çalışmak biraz daha zorlaşıyor ya )  ALLAH YARDIMCIMIZ OLSUN......

2 Mart 2013 Cumartesi

Portakallı Kek

Yavaş yavaş kendimizi bahar havasına girmeye başladık. Artık portakal mevsiminin de yavaş yavaş sonuna geliyoruz. Portakal mevsimi bitmeden şöyle ferah verici bir portakallı kek tarifi vermek istiyorum. Bayılırım portakallı keke. Bu keki isterseniz normal bir kek kalıbında ya da küçük muffin kek kalıplarında da yapabilirsiniz. Aslında muffin kek olarak yapacaktım lakin gelen misafirlerimizin kalabalık olması sebebiyle  kalıplarımın yetersin olacağını düşündüğüm için normal bir kek kalıbında yaptım. 


Malzemeler
3 yumurta
1 su bardağı şeker
1 su bardağı yoğurt
1/5 portakal suyu (1 portakalın kabuğunun rendesi)
1 çay bardağı sıvı yağ
1 paket kabartma tozu
3,5 su bardağı un 

Yapılışı
öncelikle bir kapta yumurta ve şekeri çırpın üzerine yoğurdu, yağı, portakal kabuğunun rendesi ile suyunu ilave edin, ayrı bir kapta unu ve kabartma tozunu karıştırıp eleyerek kekin üzerine dökün. 180 derecede pişirin ilk 30 dk boyunca fırının kapağını kesinlikle açmayın çünkü kekiniz sönebilir.